25 Eylül 2009 Cuma
24 Eylül 2009 Perşembe
YEİS YOK
Allah'ın Rızası İçin: Gönül İnsanı
Ahmet Mercan, Allah'ın kendisine bahşettiği sevgiyi etrafına yayan bir isim.
Tüm güzelliklerin sevgiyi verenden ötürü aşk ile vuku bulduğunun farkında olan Ahmet Mercan; aşkın ise karşılıklı olarak kendini idame ettirdiğini her seferinde belirtiyor. Bundan uzak duranların, buna karşı çıkanların güzellik nasibini görmediklerini; bahşın inkarında olduklarını denemeleriyle, şiirleriyle, ezgileriyle, hatta ve hatta çocuk kitaplarıyla haykıran bir isim.
Durmak Yok, Zaten Ömrümüz Kısa
Özgür ve Bilge, Bilgi ve Düşünce, Yedi İklim, İmza, Özülke, Kardelen, Düş Çınarı, Ümran, Kitap Dergisi ve Kültür Dünyası, Özgün İrade dergilerinde, Selam Gazetesi'nde yazıları yayımlandı. Durmak bilmedi; İnternette yazar olarak bir çok forumda gençlerle ortak hareketlere imza attı.
Elliyi aşkın şiiri çeşitli sanatçılar tarafından bestelendi. Marmara FM ve Akra FM'de 'Mercan Kayalıkları' isimli kültür programları hazırladı ve sundu. Selam Dergisi yazı işleri müdürlüğü yaptı.
Giz Ajans yayın yönetmenliğinde bulundu. İnsan Hakları Araştırmaları Dergisi yayın Yönetmenliğini yaptı. Radyofonik oyun tarzında çok sayıda oyun yazdı ve yönetti. MAZLUMDER İstanbul Şube Başkanı ve Genel Başkan Yardımcılığında bulundu.
İçinde Durdurulamayan Sanat Aşkı Değil; Allah Aşkı
Ahmet Mercan'ı MAZLUMDER İstanbul Şubesi'nin bu cumartesi günü düzenlediği "İslam Medeniyetinin İnsan Hakları Algısı” konulu konferansta dinlemekte fayda var, nimet var..
Konferansa gidince Ahmet Mercan"ın sanatsal kişiliğini değil de ilahi nizam üzerine mefkûrelerini anlatırken, içi boşaltılmış; sömürülen insan hakları kavramının nasıl kendisinde şekillendiğini görmenize işaret olsun diye "Bir Yanımız Yanardağ"dan ufak bir alıntı:
Kerem Abadi
Yeis yok!
Hiçbir ahvalde yeis yok.
Böyle bir hakkınız da yok.
Umut bir âzânızken, uyaran ve müjdeleyen misyonunuz omuzlarınızda parıldarken, karamsarlık, seçenek bahsinde yer alamaz.
Ey! En yakınımdan, dünyanın en ücrâ diyarına kadar, “iyiliği yayma, kötülüğe mani olma” görevini kuşananlar!
Misyonunuzu hatırlayın. Kendinizi yoklayın. Davranın! Yeryüzünde, mutsuz tek kişi kalmayıncaya kadar durmak yok!
Sâlih bir niyetle başlamalısın. En küçük kıpırdama “sâlih amel” bahsine girmeli.
Gücünü kavra.
Sana verilen kime verildi? Sağlam bir bilgi ile uyarıldın. İlk insandan –peygamberden- son peygambere kadar insanlık tarihi önüne, “can alıcı” kesitleriyle serilmedi mi? İnsanın yapısı, en küçük detayına kadar anlatılmadı mı sana? Düşmanın değişmeyen karakteri, tuzakları aktarılmadı mı? Sana kendin dahi tahlil edilmedi mi? Mücadele, bolluk, sıkıntı, zaaflar, sapmalar ve neticeler tek tek önüne bir sofra gibi açılmadı mı?
Ve her şeyin neticesinin, o günde nasıl karşılık bulacağı, iman edip, cehd eden ve sabredenlerin neler kazanacağı anlatılmadı mı?
Hangi beşerî söylemin, böyle bir imkânı var? Doğruluğundan şüphe duyulmayacak, bu güven kalesine senden başka kim sahip?
Gücünü idrâk et!
Esenlik ikliminin özlemi yansın göz ışığında. Rüyalarını bezesin, mutlu dünyanın korkusuz çocukları. Ellerinde somun, ellerinde umut. Uçurtmaları sonsuza akan kırlangıç..
İnsanlar yıldız savaşlarına değil; bereketsizliğe proje hazırlar böyle bir iklimde.
“Esenlik iklimi” gecelerine konuk olmalı, uykularını bölmeli. Çünkü, ancak sen; yalnızca sen başarabilirsin bunu.
Güven kalesi sensin. Adalet ve merhamet, senin künyene silinmez harflerle kazındı. Küçük bir rüzgarda, künyene şüpheyle mi bakacaksın? İstikametinden vaz mı geçeceksin? Yoksa donanımını gözden geçirip, kararlılığını yeniden ve daha sıkı mı kuşanacaksın?
Ey! “İyiliği yayma, kötülüğü engelleme” misyonunu kuşananlar! Önce donanım gerek.
Ahlâk temel ilke, bedel ve kararlılık gerek. Ve hiç kimseden ecir beklememek... Doğru olanın, âdil olanın karşısına tüm dünya nüfusu dikilse dahi; tek başına, “ben buradayım” deyip, dimdik ayakta durma gücünü elinde bulundurman gerek.
Sicilin pırıl pırıl. Alnın ak. Yüreğin merhamet kazanı, coşkun gür debili bir ırmak. Her dem yeni doğarsın; “Senden kim usanası”...
Rüzgâr, perçemlerinde dolaştı diye mutlu olur. Dağ seni taşıdığı için övünür. Sular türküne eşlik eder. Varlığınla nasıl da uyum içinde kâinat. Bir bütünsün, o sonsuz koro ile. Değil mi ki, “kendin için istediğini, insanlar için istiyorsun; kendine uygun görmediğini başkalarına da uygun görmüyorsun...”
Önüne sayısız engel, aşılmaz duvarlar çıkabilir. Cana kasteden sürecin içinde olabilirsin. Yapabilirliklerin azalabilir. Hedeflerin küçülebilir, üzülme.
Yeni hedefler üret.
Akideni olayların eline bırakma. Yeise kapılma. Amacın yerinden sarsılmıyor ya, işte ona dayan. Allah"ın rızasını kazanmak... Ve o rıza, insanlara faydalı olma mücadelesinden geçmektedir. Sen illegal değilsin, yeryüzünün asıl sahibisin. Bu bilinçle bas toprağa, senin varlığın güllerin açmasıyla uyumludur. Yağmurun gözlerindeki ışıltısıyla anlaşmalıdır varlığın.
Güven duy. İç bütünlüğünü oluştur. Coşkulu çağlayanın çarmıhlarda oluşu, şelâleye ramak kalışın göstergesidir.
Sen illegal değilsin. Umut sensin. O bilmese de, gardiyanın düşünü süsleyensin, basitlik geçmesin yörenden.
Utanma, kaçma kendinden.
Esenlik iklimiyle uyumlu oldukça yenilgi yok kitabında.
Yenilgi yok!
Senden başka kim sahip buna? Davran! Bir tebessümün bile, sağ yan meleğini harekete geçiriyor, bu ne dehşetli imkân!
Müslüman olmak, yeryüzünde erişilebilecek en büyük pâyedir, unutma!
Canı sahibine o uğurda verebilmek, zirvesidir yaşamanın. Ölüm sonrası sözlere sahipsin. Ölüm sonrası mekânların var. Uğrunda bilinçle kaybettiğin her şeyin, hesaba sığmaz karşılığıyla karşılaşacaksın orada. Havsalanı zorla! Senden başka kim erişebilir buna?
Küçük bir bedel öderken yalpalama. İnsanlardan ücret bekleme. Tek başına da kalsan, kimseye kızma. Çöken çatının altında birlikte ölünse bile, unutma herkes tek tek ölür.
Tek başına, gerektiğinde, tüm insanlığı karşısına alabilecek bilinçte ve kollektif çabada eriyip mütevazı olabilme inceliğini elinden kaçırmayan anlayışla...
Üzerindeki nimeti hatırla!
Hamd atmosferinde yaşa. Rabbine hayranlığı, bir saniye eksik etmeden, soluğuna ekleyerek yaşa.
Kitabı oku. Kâinatı oku. Olayları oku. Sürekli... Sürekliliği şiar edin kendine. Yakın, orta ve uzak hedeflerin olsun. Yerelliği ve evrenselliği, çelişkisiz bütünlemeyi başarmış olarak yola çık. Yoldaşlarına iyi davran. Güncelle ilgili ol, fakat ona teslim olma.
İnsana sirâyet eden her dert, senin de derdindir; unutma! Say ki, Taif"tesin. Taif bir bilinçtir. Yeniden giyin.
Yeis yok!
Bilinç, güven ve coşku.
Rabbin yardımcın olsun... Daha güzel yardımcısı olan kimdir?
(“Yine de Aşk” kitabından)
23 Eylül 2009 Çarşamba
Seni de YAZARLAR bir gün
Üç Noktalı Yağmur diye hikâyeler yazdı, üzerimize yağdı. Mercan'ın değdiği her yer içimizi ısıttı. Yüreğimizi ferahlattı. Önceleri ismen ve eserlerinden yaklaşık on senedir şahsen yakınlarında bir yerlerde bulunduğum…
Aslen tornacı… Ama çok kısa sürmüş. Hep gururla anlatır torna fabrikasında çalıştığı zamanları. Sonra demire şekil vermekten insana şekil verme yolunu seçmiş.
Kenan Yabanigül ile tanışıyor!
Sene bilmem kaçlarda İstanbul'a gelmiş. Hayatındaki önemli dönüm noktalarından biri. Kenan Yabanigül ile tanışması. Yazarlığa başlaması. Bant tiyatroları… Ben ilk o zamanlarda okumuştum adını. Senaryo: Ahmet Mercan… O kasetleri ne kadar çok dinler ve ne kadar çok severdik. İlk sesli yayınlardı bant tiyatroları. Sonra bestelenmiş şiirleri ile tanıştık. Söz: Ahmet Mercan…
O zamanlardan tanıyorduk Ahmet Mercan'ı. Hiç görmesek de Ahmet Mercan ismi aklımızın bir köşesindeydi. Sonra siret ile suret buluştu. Hiçbir şaşkınlık yaşanmadı sanki. Ahmet Mercan zaten böyle biri olmalıydı!
İnsan Hakları Aktivisti! Yılmadan!
MAZLUMDER günleri… İlk karşılaştığımızda “radyo programı yapıyor musun” diye sordu. Ben "hayır" dedim. İyi o zaman yaptıralım dedi. Hala bekliyorum. O zaman sene 1999'du. Sanırım sadece sesle olmayacağına kanaat getirdi.
İnsan Hakları konusunda iyi niyetini hiç yitirmedi. Sürekli hem bedenen hem zihnen çalıştı. Gençlere fırsat vermenin önemine binaen 2004 yılında MAZLUMDER'i güvenli ellere teslim ettikten sonra “ağaç yaşken eğilir” diye buyuran atanın sözünün peşine düştü ve 2005'ten beri çocuklarla. Bilgi Merkezi Edebiyat-Basın-Yayın Kulübünün öğretmenliğini yapıyor. Çocuklarla birlikte “Hayal Treni” dergisini çıkarıyor. Ona göre yeteneksiz çocuk yok. Her çocuğun kendisini ifade yolları değişik sadece. Çocukların eğitimlerini çok önemsiyor. Onlar adına telaşlanıyor. Ara sıra hepimizi tehdit ettiği de oluyor. “Bu çocuk büyüyünce başka yerlerde olacak ve siz pişman olacaksınız ilgilenmediğiniz için” diye. Değer aktarımı hayati önem taşıyor.
Çocuk ve Laz'ımsı!
Ahmet ağabeyin gözlerine bakan o yaramaz çocuk bakışını hemen fark eder. Derler ya, “içindeki çocuk”. Ahmet Mercan'ın içindeki çocuk bırakın ölmeyi, hiç büyümeden aynı haşarılıkla yaşıyor. Belki de yazdığı çocuk kitapları bu yüzden büyük küçük herkesin beğenisini kazanıyor.
Aşık mı ne!
Sürekli üretir. Yazar yazar yazar… Kim yazı isterse hayır demez. Tiyatro, makale, deneme, masal… Yine de Aşk… Okuyup da beğenmeyenine bugüne kadar rastlamadığım bir Ahmet Mercan kitabı. Ben ne zaman Ahmet Mercan'ın aşkla ilgili yazısını veya şiirini okusam her aşkın muhakkak ilahi aşka dönüşeceği hissine kapılırım. Hiçbir aşk boşuna yaşanmış değildi sanki. Allah aşkının bir yansımasıydı ve sonunda muhakkak gerçek aşka ulaşmak kaçınılmazdı.
Kitapları!
Sensizliği Bilmiyorlar, Bir Yanımız Yanardağ, Nariyan, İkibinyirmibir, Gölgemin Ayak Sesleri, Üç Noktalı Yağmur ve birçok çocuk kitabı yazdığı eserlerden. Akıl Ağrısı ve Boyasız Yüzler isimli iki kitabı da çıktı çıkacak… Denemediği bir roman yazmak kaldı. Sanırım o konuda da düşünceleri var. Her an her şey olabilir.
Her zaman çevresinde gençler var. Kendisi de yaşlı değil. Orta yaş sayılır. Daha ellili yaşlarının başlarında… Voleybol, futbol oynar. Aktif, dinamik, heyecanlıdır.
Ziyaretçisi hiç bitmez. Kendisine bir adım atana koşarcasına. Kitaplar verir, tavsiyelerde bulunur, onlarla birlikte tiyatrolara, panellere gider. Yılmadan devam eder. Karşısındaki kim olursa olsun önemser. Büyük küçük fark etmez.
Ne kadar sakin!
Hayata adapte olması yaklaşık olarak 13.00–14.00 saatleri gibi olur. Çünkü gecelerini okuyup-yazarak geçirdiği için güne başlaması da doğal olarak biraz geç olur. Önüne yığılan işleri hiç telaşlanmadan, büyük bir rahatlıkla yapar. Yeter ki huzurlu olsun her şey. Onun okuduğu kitapları okuduğunuz zaman karakalem ile resimlendirilmiş bir kitap bulursunuz. Her şeyi ve her şeye çizer. İleride büyüyünce karikatür işine devam etmeyi ara sıra düşünmüyor değil.
Bütün yazarlar mı hassastır yoksa burcundan mı bilenmez (kendileri balık burcudur) çok kırılgandır. Havanın kötü olması bile Ahmet ağabeyi etkiler. Birinin sorunu varsa dinler, dertlenir, çözüm üretir ve sonuna kadar desteğini sürdürür. Asla yarı yolda bırakmaz.
Her Çarşamba tiyatro seyretmeye gider. Ama daha önce içsel olarak hazır olması gerekir. Saray Muhallebicisi ilk durak. Orada yenen deri kaplı sütlaç; en sevdikleri arasında. Meali “fırında sütlaç”. Deriyi ve sütlacı çok sevdiği için böyle bir kompozisyon yapıyor. Deri kaplı ajanda ve kalem koleksiyonu var. O yüzden güzel kaleminiz varsa ve kaptırmak istemiyorsanız iç ceplerinize saklamanız önemle tavsiye olunur. Beğenip bir şekilde edindiği kalemi özenle saklar ve kimden aldığını asla unutmaz.
Cenaze namazı Fatih Camiinde!
En çok sevdiği kişi; annesi. Gönlünün ve aklının bir yanı hep annesinde. Annesine ve annesine yardımcı olan herkese çok duası var. Kendisinin de vasiyeti hazır. Ölümünden sonra (Allah gecinden versin)
1-Sevdiği birinin salasını okuması
2- Fatih Camiinde cenaze namazı
3- Eyüp mezarlarında denize nazır bir yer.
4- Kendisiyle ilgili bir kitap hazırlanması (hatırat).
5- Fotoğraflarından oluşan bir fotoğraf albümü.
6- Veeee o öldüğü gün başka kimsenin ölmemesi…
Beni aldı bir düşünce… Hadi diğerleri neyse de son şık nasıl olur bilemedim. Beni düşünceli görünce sordu. “Ne düşünüyorsun” diye. Ben de “senden önce ölmek istiyorum” dedim. Ve bu vasiyet Asım Hoca'nın üzerine kaldı.
Muhakkak anlatacak ve anlatılacaklar çok. Kendisinin de “Köye Mektup” adlı şiirinde dediği gibi; “gayri neyleyim dil düğümlüdür, gönül sözü büyütür büyütür de, bir ah'tan dağları kül eden yangın çıkarır.”
Allah onun ömrünü uzun ve bereketli kılsın …
http://www.dunyabizim.com/news_detail.php?id=782
Gazzeli Gülsüm
Ben canlı yayında ölen Gazzeli Gülsüm
Zulüm ağını yıllara geriyordu siz sessizdiniz
Bir bomba aldı beni aniden
Kapı önünden gidişimi hissetmediniz
Kayıtsız bakarsa taştır gözbebeği
Sağır vicdanlara kurulur füze rampaları
Bilirim gitmeyi ben
incitmeden bir kelebeği
Yaşayabilenlere bıraktım
bakarken görmemeyi
Gazzeli Gülsüm ben
Bombalar yağarken doğdum;
taşlar havalanırken büyüyordum
dört yaşında kırk yıl gibi
Dostlar gelinmez diyarda
düşman kapı dibi
Gazzeli Gülsüm ben
ölenlerden sadece biri
Şemsiyeni aç anne dedim
bomba gelmesin
Önlemez şemsiye bu kini dedi annem
Öfke yerden kalktı karardı gökyüzü
Bombalar yağıyordu üzerimize
Annemle elele son defa baktık yeryüzüne
Ben Gazzeli Gülsüm
ellerim küçücük
Bu yüzden yenildim
Yetim bir çocuk bulunsa yeryüzünde
Filistinli"dir der melekler
Oyun parkımız var cennette
Düşman çok, dostlar azaldı günden güne
Küçüldü dünya en güçlü yerinden
Bekliyorum şimdi hesapların açılacağı yerde
Ben Gazzeli Gülsüm,
tanırsınız beni, her yerde ve evinizde;
çocuklar birbirine benzer alabildiğine
acemi bulut kadar sevimli ve temiz
Ölülerin isyanı var bu hale
Nerde diyorlar ebabiller,
Gök yüzü neden sessiz
Ahmet Mercan
Endülüs: Zamanın Kalbine Gök Kalemiyle Atılan İmza
Gezi Yazısı
Gırnata’ya yolunuz düşerse, elinizi Elhamra Sarayının kufi hatlarını okşarken bulursunuz. Tarihi bir yangını parmak uçlarında hisseder ve uzun bir yolculuğa çıkarsınız.
Endülüs deyince hayal değil, hayal kadar güzel ve bir o kadar dramatik, yedi yüz seksen iki yıllık bir tarihi taddan bahsetmiş oluruz. Hayatı tüm yönleriyle kuşatan, değişik haller içinde geçen bu tarihi kesit; sayfa sayfa, olay olay incelenmeyi ve anlaşılmayı bekliyor.
İlmin ve irfanın şaha kalkışı, o oranda da Batıyı rahatsız edişi ve Batı Rönesanssının itici gücü ve hızını belirleyen Endülüs’ün hüzünlü hikâyesi hala önemli ve diri olmayı sürdürüyor.
Elhamra Sarayı deyince, sadece bir saray ve çevresinde birkaç tarihi yapı düşünüyordum. Geniş bir arazi üzerine yayılmış, hakim bir tepeden Gıranata’yı seyreden, devrin hükümet merkezi kurulu. Saray çevresinde, medreseler, bahçeler, hanlar, konuk atlarına varıncaya kadar düşünülmüş her şey, eksiksiz yerini muhafaza ediyor.
Dünyanın hangi ülkesinden gelirse gelsin, her Müslüman’ı anne kucağı sıcaklığıyla bağrına basan mimari, bugün İspanya için övünç kaynağı. Şehrin, iki katlı, beyaz badanalı evleriyle uyum içindeki Elhamra, tarihten kalma güçlü bir mimari imza olarak, gücünü ve önemini artırarak sürdürüyor. Öyle bir imza ki, sökülse daha etkili konuşacak.
Varlığını kendi gücüyle koruyan, toprağın kalbine gök kalemiyle işlemiş saray: Elhamra
Çünkü gemileri yakanların öyküsünü saklıyor. Öyle bir kararlılık ki, sosyal hayata, dillerin ötesine geçerek imza oluyor. Tüm kararlı hallere önderlik ediyor: “Gemileri yakmak.”
Gemileri yakarak geldiler. Rahleyi açtılar. Gönül sofrası kurdular. Korkular hayal kırıklığına uğradı. İlim meclislerinde hakikatin sayfa sayfa idrakine dalındı. Bütün bu haller fark edildi. Çok sayıda insan Müslümanlığı seçti. Güçlü bir sosyal ve kültürel hayat, idareye de adil bir biçimde yansıyınca, güçlü atmosfer nefes alan herkesi etkiledi. Endülüs Hıristiyanlarında Arapça konuşmak/ yazmak, Arapça şiirler ezberlemek, ayrıcalıklı bir durum olarak değer gördü. Hıristiyan gençler, Müslümanlar gibi kütüphane kurmaya, sosyal hayatta, benzer davranışlar içinde olmaya özen göstermeye başladılar. Mustarip adı verilen bu insanların durumu karşısında, Hıristiyan din adamlarından kimilerinin rahatsız oldukları ve bu rahatsızlıklarını Avrupa içlerine kadar ilettiklerini kaynaklardan öğreniyoruz. Dahası, kimi Endülüs Hıristiyanları, Müslümanlarla temas sonrası, üçleme inancını tartışmaya açarak, tevhid anlayışlı bir yoruma vardılar. Bütün bu haller, Endülüs’te huzurun kalıcı olmasını engelleyecek sebeplerdi. Sekiz asırlık süre içinde, 3700 savaşın olması, Endülüs’teki Müslüman varlığın oluşması, korunması ve Avrupa’nın tavrı konusunda ipuçları vermektedir.
Bir başka önemli faktör olarak, iç çekişmeleri görmezden gelemeyiz. Sıffın savaşını acılı dersi, ibret bırakmamış olacak ki, Endülüs farklı mezhep ve hiziplerin çekişmesine sahne oldu. Fetihle birlikte Emevî halifesine bağlı Emirlikken, Beylikler dönemi, Murabıtlar, Muvahhidler ve Gıranata Beni Ahmer dönemiyle son bulurken, bitiş sürecinde yirmi iki parçaya ayrılmıştır.
Endülüs deniz yoluna açık oluşuyla, dönemin kültür iletişiminin avantajlarını beceriyle yerine getirdi. Bağdat’ta yazılan eserlerin kısa bir sürede Endülüs’e ulaşması, emirlerin huzurunda kurulan serbest ilim meclisleri, Grek felsefesinin aynı yolla Avrupa’yı etkilemesini sağladı. Avrupa Sanayi devrimini etkileyen, önemli buluşların yapıldığı bu süreç, aynı zamanda, İslam dünyası için de, farklı bakış tarzlarına sahip alimlerin yetişmesine beşiklik etti. İbn Hazm, İbni Bacce, İbn Tufeyl, İbn Rüşd. İbn Seb’in, İbn’l-Arabi, Kartubi Şatibi gibi, her biri alanında büyük önem arz eden isimler ortaya çıktı.
İlim yanında, müzikte, mimaride de önemli eserler verildi. Bugün hala, İspanya’nın güneyi ile Afrika’nın kuzeyi arasında, mimari birliktelik mevcuttur. Yine İspanya’nın ve Portekiz’in bir kısmında pek çok cami, mescit, köprü ve çeşmelerle, anlatıma duran Endülüs’ü bulmak mümkün.
Bu eserler içinde Kurtuba’daki, Kurtuba Ulucamii Endülüs Emevi mimarisinin özelliklerini yansıtan, sonradan kiliseye çevrilen görkemli bir eserdir. Yine Kurtuba’ya beş kilometre uzakta Medinetüz-Zehra camii, Tuleytula’da Babu Merdum Camii, Zaragoza’daki Caferiye Sarayı ve bugün yerinde katetral bulunan İşbiliye Ulucamii ve Alatın Kule ilk elde sayılacak tarihi eserlerdir.
Endülüs, farklı yönleriyle okunmayı bekleyen bir kitap olarak, önümüzde durmaktadır. Onu her ele alışta hüzün duymak ve Batıyı suçlamak Endülüs’ü anlamaya, bugüne ait dersler çıkarmaya imkân vermiyor.
Bir tespit olarak denebilir ki, Hıristiyanlığın başka dinlerle yaşama tecrübesi olamamıştır. Endülüs örneğindeki kronolojinin arka planı, bunu net olarak ortaya koymaktadır.
Tarihin her döneminde, medeniyet iddiası güden büyük ülkeler, ülkülerini taşımak adına, fetihlere çıkmışlardır. Taşıdıkları değerin, red veya taktire değer oluşu, ulaştıkları insanlar üzerinden okunabilir. İslam orduları ve yönetimleri, zaman zaman kabul dışı, uygulamalara giriştikleri söylenebilir. Ancak Endülüs örnekliğinde olduğu gibi, sistematik ve din değiştirmeyi zorlayan zulmü, hiçbir dönemde sergilememişlerdir.
Endülüs’ün finalinde, parçalanan ve beyliklere ayrılan Müslümanlar, birbirleriyle çarpışırken, ittifaklarını da düşmanlarından seçmekteydiler. Bitişin ifadesi olan bu durumun finalinde, üç seçenekten biri; terk, ikincisi öldürülmek, üçüncüsü de din değiştirmekti.
Sonuncu şık, Batının hala değiştiremediği belirgin özelliği olarak, dikkat çekiyor. Din değiştirmeye zorlanan Müslümanlar, pek çok aşağılayıcı uygulamaya uğradılar. İçki içirilme, domuz eti yedirilme ve Ramazan ayında gündüz yemek yedirilme, evlerine baskın düzenleme ve benzeri uygulamalara duçar oldular. Arapça konuşmak, yazmak yasaklandı. Arapça eserler toplanıp yakıldı. Aslında Müslüman olup dinini değiştirdiğini söyleyen ve o şekilde hareket edenler Morisko diye adlandırıldı. Moriskolar, Arapça harflerle İspanyolca yazmak zorunda kaldılar. Dinlerini ancak bu şekilde muhafaza edebileceklerini düşündüler. Yazdıkları eserleri duvarların içine ve benzer yerlerde sakladıkları, evler yıkıldığında görüldü.
Yazının başına döndüğümüzde, İslam’ın yönetimi altındaki Mustarip adı verilen Hıristiyanların, yaşantıları ve hakları ile Hıristiyan yönetimin altına giren Morisko diye adlandırılan Müslümanların durumu karşılaştırıldığında, İslam ile Batı medeniyeti arasındaki mahiyet farkı anlaşılmış olur.
Gemilerin sıra dışına çıktığı iki olay hatırlıyorum; biri İstanbul’un, diğeri Endülüs’ün fethi. Birinde dağlara tırmandılar, diğerinde yandılar. İkisinde de bambaşka bir lisanla konuştular. Sıradan olmayan bir azim, imkânsızı sözlüğe almayan bir ufuk. Dahası, gemilerin arkasındaki zihin ve kalp, ne taşıdı ulaştığı insanlara? Nasıl davrandı kendinden olmayan tebeaya? Her ikisinde de merhamet ve adalet anlayışı ile muamele oldu. Her ikisinde de, “gelseler” diye özlemli çağrı vardı ve sonrasında halkta memnuniyet.
Şimdi ibret alma vaktidir.
İşbiliye, Gırnata, Tuleytula, Kurtuba Zaragoza ve diğer şehirler, kimliksiz gelene kimlik vererek gönderir. Günlük ışıltıları, yolları, binaları es geçersiniz, tarihle yaşarsınız. Kendi kentinizi geziyor gibi. Aşina bakışla karşılanırsınız. Nakışlar, hatlar, kemerler sizi sarsarak ekseninize taşır. Rüyadan uyanmış gibi olursunuz. “Ümmet olma böyle bir şeydir” dersiniz. Tarih birliği, özlem birliği; acı ve sevinç birliği.
KURTUBA CAMİİ
Endülüs mimarisinin günümüze ulaşma şansını yakalamış en önemli numunelerinden biri, belki de en önemlisi, Kurtuba Ulucamii’dir. Temeli 1.Abdurrahman tarafından 786 senesinde atılan, 2.Abdurrahman, 3.Abdurrahman, 2.Hakem dönemlerinde genişletilen ve en son da Hacib el-Mansur dönemlerinde yapılan ilavelerle son şeklini alan söz konusu bina, bu çalışmalar neticesinde büyük bir mimari kompleks hüviyeti kazanmıştır. Bazı rivayetlere göre, Camii’de yıl boyu güneş ışıklarını içeriye süzen 360 adet kemer, bin sütun ve bu sütunların üzerinde en büyüğü bin adet kandil taşıyan 113 adet avize; 50 m genişliğinde, 20 m eninde, 7,5 m yüksekliğinde üç kapılı bir maksure bulunuyordu. 7,25 m uzunluk, 6.80 m genişlik ve 12.20 m yükseklik ölçülerine sahip olan mihrabın duvarları altın kaplama idi. Yeryüzünde bir benzerinin olmadığı ifade edilen minberi öd ağacı, saç ağacı, abanoz ve bakkamdan tam yedi yıl süren bir işçilik sonucunda imal edilmişti. Caminin biri iniş, diğeri çıkış için iki ayrı merdivene sahip olan minaresi, 33.5 m yüksekliğindeydi.(2) ayrıca, Hz. Osman döneminde çoğaltılan Kur’an nüshalarından birinin de Emeviler dönemi boyunca, bu camide muhafaza edildiğine dair bir rivayet bulunmaktadır.(3)
Kurtuba Ulucamii, Endülüs Emevi mimarisi için tam bir örnek teşkil etmekte ve bilhassa mimarinin ana hatlarıyla tam bir uyum içinde olan zarif ve göz alıcı süslemeleriyle, bu mimarlık anlayışının en önemli özelliklerini sergilemektedir. İnce sütunçelere sahip çifte pencerelerle dışarı açılan binanın dış tezyinatı, vakur ve haysiyetli bir etki bırakacak şekilde en alt boyutta tutulurken, iç tezyinatında tam anlamıyla bir ihtişam gösterisine gidilmiştir. Mimari kuruluşun temelini teşkil eden sütunlar ve at nalı kemerlerden oluşan taşıma sistemi, mimari işlevi kadar tezyinat aracı olarak da hesaplanmış ve sade görünüşlü dış cephelerin arkasında yer alan iç mekanların çarpıcı zenginlikteki dekorasyonuna destek olmuştur.(4)
Kurtuba Ulucamii, şehrin 1236 senesinde Kastilya Krallığı tarafından işgalinin hemen ardından kiliseye, ünlü minaresi de çan kulesine çevrilmiştir. Binanın içinde 14.yüzyılda inşa edilen katedral, varlığını bugün de ibadete açık olarak muhafaza etmektedir. 19.yüzyılda korunması gerekli milli eserler kapsamına alınan caminin günümüzde katedralin dışında kalan kısmı, turistik maksatlarla ziyarete açılmıştır. Bazı Müslüman ülkelerin, söz konusu caminin en azından mihraba yakın ufak bir bölümünün mescit şeklinde kullanılması şeklindeki talepleri, anlayışla karşılanmış olmakla beraber, henüz resmen kabul edilmiş değildir. Öyle anlaşılıyor ki, İspanya Devleti, bu talebi kabul etse bile, bizim Ayasofya’da sergilediğimiz resmi tutumun tam aksine, “reconquista”nın sembolü olarak Cami içindeki katedralin varlığını asla tartışma konusu yapmayacaktır.
Ahmet MERCAN
9 Eylül 2009 Çarşamba
Boyasız Yüzler
Ahmet Mercan, bir vefatın ardından yazmayı kendine zor gören bir şair. Takdir etmekse mesele, yaşarken yazmalı, söylemeli. Boyasız Yüzler’de, öldüklerinde arkalarından ne diyecekse, bunları yaşarken söylemiş şair.
Bundan on yıl önce ilk portre yazısı için kalemini kâğıda dokundurmuş. On yıl sonra bugün bile dönüp geriye baktığında tercihlerinde yanılmadığını samimiyetle ifade ediyor Mercan. Kitapta bahsi geçen isimlerin hepsi orta yaşın üstünde. Gençlere pek yer vermemiş. Bunun da bir sebebi var elbet! Gençlerin yapacak işleri var!
Gençlerden söz açarken “Gençlerden takdir ettiğim, canımın sevgiyle kaleme almak istediği isimler mevcut. Fakat yaş önemli, yapacak daha çok işleri mevcut, yollarından alıkoymayayım diye düşündüm. Canımın istediğini yapmayarak, onu biraz sıkmış oldum.” diyor.
Kitaptaki isimlerin sayısı 23. Ahmet Mercan gibi bir ismin etrafında muhakkak daha nice dostlar vardır. Her biri ayrı ayrı anlatılmayı hak eden… Mercan, kitabın giriş kısmında “Aslında listeye farklı isimler eklemek isterdim” diye söze başlıyor ve devam ediyor: “Ele alış tarzımın olmazsa olmazını ‘Paylaşılan zaman, başka bir ifadeyle, hakkında gönül rahatlığıyla yazacak samimiyeti hissetme oluşturmaktadır.”
Bu kıymetli kitabın diğer bir özelliği ise bahsettiği isimlerin kitaplarını, eserlerini, eylemlerini inceleme yoluna gitmeden doğrudan onları bir muhabbet meclisi sakinleri olarak anlatması.
Kimler yok ki bu kitapta…
Ahmet Mercan edebiyat, müzik, siyaset, hukuk, düşünce, medya ve iş dünyasından isimleri kitabına taşımış.
Bunlar arasında hikâye ve deneme kitaplarıyla artık bir okul olmuş olan Rasim Özdenören, şiirleriyle son dönem Türk şiirinin bekçiliği yapan merhum şairlerimiz Cahit Zarifoğlu ve Erdem Bayazıt, yıllardır yazdığı köşe yazılarıyla okurlarına büyük zenginlikler katan Ahmet Taşgetiren ve Ali Bulaç, bestelediği ezgilerle kulaklarda dupduru bir ses olarak her daim kalacak olan Ömer Karaoğlu, eğitim ve kültür dünyasına yaptığı hizmetlerle birçok ismin yetişmesine imkân sağlayan iş ve enerji adamı, dunyabizim’in babası Erhan Erken gibi isimler var.
ortreler kısacık cümlelerle artarda serin bir ırmak suyu gibi akıp gidiyor. Hasan Aycın’ı, Ahmet Kekeç’i,Yaşar Bedri’yi, Abdurrahman Dilipak’ı, Murad Kapkıner’i, Şadi Çarsancaklı'yı Ahmet Mercan’ın kaleminden okumak için Boyasız Yüzler bir imkân.
Boyasız Yüzler, Ahmet Mercan, İlke Yayıncılık, 144 s.
24 Haziran 2009